Kırılganlık, Cesaret ve Büyüme
Kırılganlık, Cesaret ve Büyüme
Kırılganlık ve büyüme üzerine yapılan çalışmalardan bahsetmeye başlamadan önce, Theodore Roosevelt’in Nisan 1910’da Paris’teki Sorbonne Üniversitesi’nde yaptığı konuşmadan bir alıntı aktarmak isterim. Bu konuşmanın adı aynı zamanda “Arenadaki Adam” olarak da geçmektedir.
“Saygınlık gerçekten arenada olan adamındır, yüzü toza, tere ve kana bulanmış olanın; yiğitçe çabalayanın, tekrar tekrar hata yapanın ve yetersiz kalanındır. Çünkü hata ve kusur olmadan çaba da olmaz. Saygınlık başarmak için gerçekten mücadele verenin, büyük şevkleri ve bağlılıkları tanıyanın; kendini değerli amaca adayanın, en iyi ihtimalle sonunda üstün başarının utkusuna ereceğini, en kötü ihtimalle başaramayacağını ama hiç değilse büyük cesaret göstererek başaramayacağını bilenindir…”. Burada benliğini arenaya atan ve çabalayan kişinin gösterdiği cesaret eyleminin kendisi üzerinde durulmuştur. Yarışın sonunun, edinilen rütbenin, kazanılan veya kazanılacak ödülün bahşettiği tamamlanmışlık duygusundan ziyade kazanmış olanın cesurluğu üzerinde değil, asıl cesurluğun kaybetmekten korkmayan, emeğinin ve bağlılıklarının arkasından gidip sonuç ne olacaksa olsun sahanın ortasında bütün zafiyetleriyle ve çıplaklığıyla mücadelesine inanmış kişilere ait olduğundan bahsetmektedir. Kişinin kendisini bu denli savunmasız bir şekilde bilinmeze doğru ilerletmesinin aslında yenilmek veya zafer kazanmaktan öte; ikisinin de ne kadar gerekli olduğunu özümseyerek bütün kartlarını masaya koymasının önemi üzerinde durulmaktadır.
“Kırılganlık bir zafiyet değildir. Kendi kırılganlığımıza odaklanmak ve onunla ne kadar ilişkilenme içerisinde olacağımıza karşı olan tutumumuz cesaretimizin derinliklerini ve hedefimizin netliğini belirler” der Dr. Brené Brown. Burada aslında kırılganlığımıza karşı ördüğümüz duvarların korkularımız ve kendi savunmasızlıklarımıza olan mesafemizi direkt olarak gösterebileceğinin altını çizmektedir. Arenaya adım atmadan önce neyin kötü gideceğine odaklanmak belki de bizi, yaratıcı gerçekliğimizi, ilişkilenme kapasitemizi ve kabuğumuzu kırıp yenilenmek için kendimize tanımamız gereken alanı küçültmeye ve kırılganlığımız karşısında örülen duvara bir tuğla daha koymaya neden oluyordur. Hata yapmaktan, incinmekten, savunmasız kalmaktan korkmak, yani kendimize cesaret gösterme şansını verebilmemiz için açılabilecek alanları küçültmek bizi görünmez kılmaktan başka bir işleve sahip değildir. Ortaya çıkmaya cesaret etmeli ve görünür olmamıza izin vermeliyiz. Asıl kırılganlık ve cüretkarlık burada kendisini gösterir.
Kırılganlığın doğasında var olan bilinmezlik, tekinsizlik dediğimiz olguyu beraberinde getirir. Freud’un “Tekinsiz” olarak adlandırdığı durum, bundan çok da farklı değildir. Ona göre tekinsiz olan korkutucudur; çünkü tanınmaz ve alışılageldik değildir. Bu aslında insan doğasına ait olan çok antik bir korkudur. Buradaki korkunun temeli aslında kendi olma durumundan çıkma ihtimalinin yarattığı endişedir. Yolunun şaştığını, kaybolduğunu düşünen zihin; yabancı olan ile karşılaşma durumunda ortaya çıkacak savunmasızlık halinin tedirginliği karşısında aslında en büyük korkusunun kendi çıplaklığı olduğuyla yüzleşmek durumunda kalır. Belki de en savunmasız yanımızın farkına varmak, kucaklamak, bir nevi kırılgan ve zarar görmeye açık parçalarımızı kabul etmek bize aslında büyümenin anahtarının benliğimizin cesurca kabulünde olduğunu hatırlatmaya yardımcı olabilir. Bu bağlamda hem kendimizin hem de bir ötekinin kabulü sırasında karşımıza ördüğümüz korku duvarının yavaş yavaş alçaldığını ve sonunda açılan alanda cesarete adım atmamak için hiçbir sebep kalmadığını görebiliriz.
Dr. Gabor Maté’nin de açıklamalarıyla; kırılganlığın kendisi büyüme için elzemdir. Kırılganlık kelimesinin Latincedeki karşılığı, kökü “vulnus” yani yara olan “vulnerary” kelimesidir. “Vulnerary” yara almak anlamına gelir. Bu kelime Türkçe’ye kırılganlık olarak çevrilmektedir. Buna göre, kırılganlık bizim yara alma kapasitemizi açıklayan bir kelime haline gelir. Belki de bu açıklamayı okuyunca kırılganlık kelimesinin Türkçe’de gerçek anlamını ifade eden tam bir karşılığı olmadığını düşünebiliriz. Türkçe’deki anlamı daha çok bir materyalin parçalara ayrılmaya açık, narin ve hassas olmasına yakın durur. Oysa ki, “vulnerary” kelimesinin içerisinde bir nevi savunmasızlıktan ve yara alma kapasitesinden de bahsedilmektedir. Bu da aklımıza yaralanabilir olmanın cesaretini getirir.
Milyonlarca yıllık evrim sürecinin biz insanları getirdiği noktada, doğum anında tamamen bakım verenlerimize muhtaç canlılarız. Bu, hayatımızın son anlarında da tesir eden bir döngüdür ve aslında doğumdan ölüme kadar fizyolojik olarak da ne kadar kırılgan ve “yara almaya açık” olduğumuzu gösterir. Özellikle erken çocukluk döneminde yaşanan travmalar sebebiyle bu kırılganlık dayanılmaz bir hale gelebilir. Buna bir tepki olarak kırılgan parçamızı “haklı olmaya çalışarak” kapatmaya ve bastırmaya yönelebiliriz. Ancak bu da beraberinde büyümeye ket vurulması anlamına gelmektedir. Doğada var olan her şeyin kırılgan doğasıyla uyumlu bir şekilde büyüme gösterdiğini görürüz. Zamanı geldiğinde artık büyümesine izin vermeyen semsert kabuğunu dökmesi gereken bir yengecin kabuğunu döktüğü anda ne kadar kırılgan ve savunmasız kaldığını düşünün. Kırılganlık, büyümenin yapıtaşlarından birisidir. Kırılgan olma cesaretini gösterebilmek için ise ilk adım, travmadan hayatta kalmış parçalarımızın acıdan korunmak için oluşturduğu, artık büyümenin önüne geçen sert kabuklarımızı dökmenin gerektiğini görmekten geçiyordur belki de…